Sobee...!
Nedim Sipahi - 112
Yıl 1972. Galatasaray Lisesi'nin Ortaköy binasında hazırlık sınıfına başlamışım. Yatılı okuyorum. İkinci katta denize bakan cephede 7. yatakhanede uyku öncesi hazırlıklarla meşgulüm. Beyaz metal karyolalarımız henüz gıcır gıcır. Ayak ucundaki demire paket sicimiyle bağlı pembe karton etiketlerde adımız, soyadımız ve yatakhane numaramız yazılı. Baş ucumuzdaki çelik dolapların arkasında da kırmızı boyayla okul
numaralarımız işlenmiş. Manzaramız mükemmel. Boğaziçi Köprüsü'nün iki yakadaki ayakları daha yeni yükselmiş ve yaşlı iki koca kıta birbirine kalın çelik halatlarla henüz bağlanmış. Havlu boynumda, üzerine fındık kadar İpana sıkılmış diş fırçam dişlerimin arasında tuvalete yöneliyorum. Yatakhane kapısı koca bir orta salona açılıyor. Zemin ahşap. Tam ortada boyumu aşan bir sac soba, eski bir şilebin nefes darlığından tekaüt buhar kazanı gibi homurdanmakta. Önündeki hava kapağından dışarı fırlayabilecek kıvılcımların ziftli ahşap döşemeyle temasını önlemek için sobanın etrafı çepeçevre çinko levhalarla kaplı. Böyle
bir tertibat olsa bile, sobanın yanından geçerken, tüm sıcaklığına karşın içimi yine de bir ürperti kaplıyor. Sene başında karyola yeri seçerken tavanı inceleyip yağmur suyu akıntı izlerini kerteriz almak ve tahta döşemedeki karyola ayağının içine düşebileceği boş budak yerlerini tesbit etmek yatılı okul tecrübelerimin ilklerini oluşturuyor. Havlumun köşesinde, pikemin ve battaniyemin kenarında annemin kendi eliyle kırmızı ibrişim
kullanarak işlediği 598 numarası var. Dolap anahtarım kaybetmeyeyim diye çengelli iğne yardımıyla çizgili pijamamın göğüs cebine içten iliştirilmiş vaziyette. Gece üstümdeki yorgan açılmasın diye, enine uçları kıvrılarak şiltenin altına sıkıştırılmış battaniyemin ağzından yatağımın içine süzülüyorum. Bir yanımda Melih, diğer yanımda Rasim yatıyor. Köşede Ateş, onun yanında Sinan, baş ucumda Bedii, deniz tarafındaki köşede Esat, yanında Oğuz. Yatakhanenin bir diğer köşesinde iptal edilmiş bir kapı daha var. Arka tarafı kızlar yatakhanesi. Zaman zaman o
kapının anahtar deliğinden diğer taraftaki esrarengiz hayallere muziplikler düşünüyoruz. Kapının her iki tarafında da daha on iki yaşındayız. Gözlerim tavandaki pek güzel süslemeler arasında dolaşıyor. Bir zamanlar Feriye Sarayları olarak kullanılan bu binaların şu anda yattığım bu odasında, kim bilir hangi şehzadeler de geceleri aynı süslemeleri seyre dalıp yorgun gözlerini çintemani figürler, madalyonlar ve palmetler arasında dolaştırarak, çocuksu rüyalara dalacakları dakikaları beklemişlerdi. Saat 21:30'da ışıklar söndürülüyor. Yataktan yatağa fısıltılı sohbetler gitgide azalıyor. Dışarıda hava lodos. Giyotin tipi, yukarıya doğru sürgülü pencereler, pervazlardaki boşluktan dolayı rüzgar girdaplarının hoyratlığıyla tıkırdıyorlar. Marmara'ya doğru lodosa bodoslamadan bindiren bir geminin loş ışıkları karanlık yatakhane duvarlarında pencere izlerini boydan boya hareket ettirip, uykuya yatan gözlerimizi bir hayal perdesin buğulu
derinliklerine taşıyor. Karanlıkların içinden bir hortlak gibi beliren sert hademe Sadi Amca'nın, elindeki ucu kıvrık demiri salondaki sobanın tepesindeki delikten sarkıtarak dipte korlaşmış közü son bir kez daha karıştırdığını işitiyorum. Yorgana daha bir sarındığım halde yine de üşüyorum. Göz kapaklarım zamanla iyiden iyiye ağırlaşıyor ve rüyalar dünyasına doğru uzun sürecek bir yolculuğa çıkıyorum...
Yıl 2002. Galatasaray’dan mezun olalı yirmi iki yıl geçmiş. Üniversite bitmiş. Eş, dost çoluk çocuğa karışmış. Bir şirkette hesap işleriyle uğraşır ve yaşam gemisinin rotasında yolun yarısını aşar olmuşum. Liseden devre, üniversiteden sınıf arkadaşım olan Sibel Yamak G.S. Üniversitesinde Doçent ünvanını almış. Beni bir gün Paris Dauphine Üniversitesi ile ortak yaptıkları bir organizasyon kapsamında Mösyö Michel Kakila'nın vereceği "Lee-management: vers l'entreprise Virtuelle?" konulu konferansa davet ediyor. Yer: GS Üniversitesi Ortaköy Kampüsü. Saat 16:30'daki konferansa biraz erken gidiyorum. Arabamı okulun deniz tarafındaki bir zamanlar koşup oynadığımız, şimdi otopark olan bahçeye park ediyorum. Hava açık. Boğaziçi sakin sakin Karadeniz'in serin sularını Marmara'ya doğru taşımaya devam ediyor. Melankolik duygularla binanın yan kapısına yöneliyorum. Kapının üzerine beyaz bir kağıt yapıştırılmış. "Konferans yeri: Salle 327". İkinci kata çıkıyorum. Kızlar yatakhanesinin
taş salonunu geçiyorum.
|